Aidiyet, bireyin toplumsal bir bağlamda kendini konumlandırabilmesi, belirli değerler ve normlarla özdeşleşebilmesi anlamına gelir. Bu yönüyle aidiyet, yalnızca psikolojik bir gereksinim değil, aynı zamanda sosyal işlevselliğin temel koşuludur. Sosyal psikolojide Erik Erikson’un “kimlik krizi” kavramı bu noktada açıklayıcıdır: kimliği oturmamış birey, yalnızca içsel bir belirsizlik yaşamaz; aynı zamanda toplumsal uyum sorunları da sergiler.
Modern toplumlarda aidiyetsizlik, çoğu kez “özgürlük” ya da “farklılık” söylemiyle maskelenir. Oysa gerçekte bu durum, kişilik ve karakter gelişiminin eksikliğinden kaynaklanır. Zygmunt Bauman’ın “akışkan modernlik” analizinde belirttiği gibi, bireyler kimliklerini sürekli yeniden kurgulamaya zorlanır; fakat bu yeniden kurgulama çoğunlukla yüzeysel bir “tarz” gösterisine dönüşür. Günümüzde “hiçbir yere ait olmama” söylemi, bilinçli bir tercihten çok, oturmamış kişiliklerin sosyal uyumsuzluğunu gizleyen bir kılıf işlevi görmektedir.
Aidiyet duygusunu içselleştiremeyen birey, Georg Simmel’in “yabancı” figürüne yaklaşır: her yerde vardır, fakat hiçbir yerde kök salamaz. Böyle kişiler sosyal ilişkilere yalnızca yüzeysel temaslarla girer; derin bağlar kuramadıkları için de kendilerini sürekli kenarda hissederler. Buradaki sorun, bir “bağımsızlık arayışı” değil, kimlik bütünlüğünün eksikliğidir.
Daha dikkat çekici olan, günümüzde bu kimliksizlik hâlinin bir moda estetik gibi sunulmasıdır. Oturmamış karakterini “cool” bir yalnızlık, “derin” bir yabancılaşma ya da “özgün bir kopuş” şeklinde dışa vuran birey, aslında içsel dağınıklığını bir vitrin malzemesine çevirmektedir. Bu yalnızca psikolojik bir savunma değil, aynı zamanda kültürel bir tüketim nesnesidir: insanlar kimliklerini kurmak yerine, kimliksizliklerini bir “marka” gibi pazarlamaktadır.
Aidiyetsizlik, bu haliyle, bireyin toplumsal işlevselliğini zayıflatır. Ne derin ilişkilere, ne de uzun vadeli sorumluluklara izin verir. Dahası, toplumsal bütünlüğü de erozyona uğratır: çünkü aidiyetsiz birey, ortak değerleri taşımaktan çok, ortak değerleri tüketir. Sosyal uyumsuzluk, bir estetik aksesuar değildir; karakter oturmamışlığının en çıplak göstergesidir.
Medya ve İletişim Bağlamında
Bu tablo, özellikle sosyal medya kültüründe daha da görünür hâle gelmiştir. Instagram’daki “yalnızlık estetiği” paylaşımları, TikTok’ta “farklı ve kayıtsız” görünme çabaları ya da X’te sürekli kimlik değiştiren anonim profiller, aidiyetsizliğin birer vitrinine dönüşmektedir. Birey, içsel boşluğunu gidermek yerine, kimliksizliğini bir gösteri nesnesi olarak sergilemektedir.
Medyada aidiyetsizlik, artık bir sorun değilmiş gibi, bir “tarz” ya da “cool persona” olarak dolaşıma sokulmaktadır. Oysa bu, bireyin sosyal uyumsuzluğunu çözmek yerine yeniden üretir. Böylece iletişim araçları, aidiyetsizliği iyileştiren değil; çoğu zaman pazarlayan ve yeniden inşa eden bir mekanizma hâline gelmiştir.
Diğer yazılarımı okumak için buraya tıklayın.