Kürşat KARIŞMAZ


Z Kuşağında Rol Yapma Kültürü ve Sahte Kimlik İnşası Üzerine Bir Gözlem

Dijital çağ, kimliği artık yalnızca yaşanan bir şey olmaktan çıkarıp sergilenen bir şeye dönüştürdü. Hız, görünürlük ve sürekli onay ihtiyacı; özellikle Z kuşağı içinde belirli bir kesimde, benlik algısını daha kırılgan ve daha oynak bir zemine taşıyor. Bu kuşağın tamamını kapsayan bir durumdan değil; sosyal medyanın sunduğu sahneyi kimliğin önüne koyan bir eğilimden söz etmek gerekiyor.

Bu eğilimde olan bazı gençler için kimlik, bulunacak bir içsel denge değil; dışarıya sunulacak bir performans hâline geliyor. Dikkat çeken noktalardan biri, psikolojik bir rahatsızlığı ya da yoğun bir duygusal hâli, gerçek bağlamından koparıp bir kimlik unsuru gibi sahiplenme çabası. Burada mesele çoğu zaman gerçek bir hastalık deneyimi değil; anlaşılma, ilgi görme ve farklılaşma arzusunun ürettiği bir rol. Bu rol sorumluluklardan kaçmak için de seçilen tehlikeli bir yol.

Medya ve iletişim açısından bakıldığında ise bu durum, bireysel bir tercihten çok, algoritmalarla şekillenen bir görünürlük ekonomisinin sonucudur. Dijital mecralar; sade, dengeli ve sessiz hâlleri değil, dramatik, uç ve çarpıcı olanı öne çıkarır. Bu da bireyi, kendisini olduğu gibi ifade etmeye değil; daha çok etkileşim alacak hâle bürünmeye iter. Duygu, içerikleşir; kırılganlık, performansa dönüşür. İletişim artık anlam aktarmaktan ziyade dikkat çekme yarışına evrilirken, kimlik de bu yarışın malzemesi hâline gelir.

Narsisizm, anksiyete, depresyon ve borderline gibi kavramlar; yaşanmış ve derinlikli süreçlerin adı olmaktan çıkıp, sosyal medyada taşınabilen etiketlere dönüşebiliyor. Kişi ne hissettiğini anlamaya çalışmak yerine, nasıl hissetmesi “gerektiğini” oynuyor. Böylece gerçek benliğin yanına, daha dramatik ve daha görünür bir yan benlik ekleniyor, hatta bu hastalıkların arasında adeta bir maymunun daldan dala sıçraması gibi geçerlilik durumuna göre içerisinde bulunulan duruma uygun bir “rahatsızlık” seçiliyor.

Bu durum, bireysel bir tercihten öte, kolektif bir gösterinin parçası hâline geliyor. Sosyal medya, herkesin kendi sahnesini kurduğu bir alan. Duyguların abartıldığı, kırılganlığın estetikleştirildiği, hayatın bir anlatıya dönüştürüldüğü bir alan. Başlangıçta “mış gibi” yapılan duygular, tekrar edildikçe içselleşiyor. Rol ile gerçek arasındaki sınır belirsizleşiyor; kişi zamanla rolü oynamıyor, role dönüşüyor.

Bu tabloya eşlik eden bir başka eğilim ise, emek vermeden, süreçten geçmeden, yalnızca güçlü insanlara tutunarak ya da kendini başkalarının amaçları doğrultusunda kullandırarak bir yere gelme isteği. Bu da aynı performans kültürünün başka bir yansıması. Kendi üretimini, becerisini ya da içsel gelişimini inşa etmek yerine; başkalarının konumundan, çevresinden veya görünürlüğünden pay alma çabası. Kısa vadede sonuç üretiyor gibi görünen bu yol, uzun vadede kişiyi içi boş bir kimlikle baş başa bırakıyor. Çünkü emekle inşa edilmeyen hiçbir şey, kişiye gerçek bir değer ya da aidiyet duygusu kazandırmıyor.

Elbette bu tablo, Z kuşağının tamamına ait değil. Aksine; bu kuşağın içinde sessizce üreten, derinleşen, kendini gerçekten tanımaya çalışan ve bu gürültünün dışında kalmayı seçen çok sayıda insan da var. Ancak rol yapma kültürü, özellikle görünürlüğü merkeze alan bir kesimde, kimlik ile performans arasındaki çizgiyi tehlikeli biçimde inceltiyor.

Belki de asıl soru şu: İnsan gerçekten kim olduğunu mu arıyor, yoksa oynadığı rolün onaylanmasını mı?